29 Kasım 2011 Salı

donuk

Ağlamayacak kadar derim kalınlaşmamış dedim şimdi kendi kendime. Bu sırada tam olarak neye ağladığımı bilemiyordum. Düşündüm biraz, son zamanlarda ağlanmayıp rafa kaldırılan "ağlanacak şeyler" lisesini taradım. Hangisine ağlıyorum merak ettim, gerçekten. Ama listede bulamadım.
Bulsaydım, bir tanesi eksilmiş olacaktı sanırım. Bir tick atılacaktı yanına "ağlandı". Öyle hissettim... O zaman çıkacaktı listeden ve yükü kalkacaktı sanki.
O kadar kolay olmayabilir, hazırlıklı olsam iyi olur. Liste dediğim şey karışmış bir yün yumağı. İçinden cümleler seçiyorum. Ne kadar uzun, ne kadar kısa, ne kadar ağır bilmiyorum bile, yanına yaklaşamıyorum. Kendime kızıyorum son zamanlarda en çok. Yanlışlarım, döndürülemeyecek hatalarım, zaman kayıplarım ve körü körüne yaptığım her şeye kızıyorum. Başkalarından hesap sormak neye yarar? Kendinden sorduğun hesap kadar ilerlersin diyerek yükleniyorum. Umutlar giderek ortadan ayrılıyor, yol üzerinde sağda solda gördüğüm reklam panolarına dönüşüyor. "ilerlemek" anlamını kaybediyor..Nereye??
Şimdi durmak en kolayı..Sadece durmak. Bakmadan, görmeden, düşünmeden, silkinmeden. Olduğun yerde durmak. İlerlemeden, gelişmeden, en doğrusu ne, ne yapmalı demeden... Zaman durmuyor biliyorum. Zamana yetişmeye çalışırken de yol almamışım pek. Bırakıyorum. Kaya gibi dimdik durmamı sağlayan tüm silahlarımı yere bırakıyorum. Artık nereye olduğunu bilmeden yürümeyi reddediyorum.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Olmuyor

Ben böyle hayal etmemiştim çocukken, öyle hatırlıyorum. Prenses masalları hayal etmiştim... hiç birşeyin kolay olmasını beklememiştim. Sadece değmesini istemiştim harcanan emeğe, sabra, zamana..
Diğer taraftan değersizliğim bastırmış ben farketmeden. Asla bir prenses olmadığım düşüncelerim ele geçirmiş hayallerimi galiba. Bunu hesaba katmamışım.
Şimdi üst üste ve durmadan prenses olmdığım hatırlatılıyor bana. Acıtıyor, bu son diyorum masallarıma sarılarak. sonraki rüya da nefessiz bırakıyor. Olmuyor...
Artık şarap istiyorum akşamları. Düşüncelerime sahip çıkamıyorum ve baş edemiyorum. haykırmam gereken insanlara ağzımı açasım yok...Ağzımdan çıkana kadar ben bıkıyorum hepsinden ve yutuyorum. Yuttuklarımın hepsi boğazımda, gülacağim zamanlarda batıyor, boğuyor...
Bazen yeni bir saçmalığa diyorm ki sen kimsin? ne kadarsın ki? ben neler gördüm... Git başımdan diyorum.
O gitmiyor, bir adım geri atıyor, onun yerine eski yükler biniyor omuzlarıa "ben neler gördüm yükleri.. Anlıyorum ki birini defederken diğerlerini çağırmışım ben. Veya hiç gitmemiş onlar. Hazırmış kendini hatılatmak için çünkü hiç sindirilmemiş...
Güzel günler bekliyordum herşeyden sonra..Umut ediyordum Kendimce hak ediyordum. Hayatın programı bizim biçtiğimiz gibi çalışmıyor.. Ve insan biraz olsun ders almıyor..

30 Eylül 2011 Cuma

Cuma: bu hafta ne yaptım?

Şu 7 gün içinde..
Çok düşündüm. ne istiyorum, ne istemiyorum diye. ne istediğime dair yeni şeyler bulamadım. ne istemediğimi daha iyi anladım.
Bana anlatılanlara inanmadığım için kendimi kötü hissettim. ben ne zaman bu kadar güvensiz, paranoid, iki yüzlü, dolaplar çeviren biri oldum ki şüphe duyduğum şeyleri dostumla paylaşırken onun yüzüne gülmeye devam edebiliyorum diye kendime kızdım. Sonra ona kızdım yine. ve güvenmemekte haklı olduğumu hatırlatmaya çalıştım kendime.
Birkaç gün gerçekten toplanıp memleketime dönebileceğime inanmaya çalıştım. Bunu heyecanla beklerken beni korkuttuğu gerçeğiyle yüzleştim. Hatta ne yapacağımı bilemedim. Zaten sonra bu olasılık şimdilik tekrar rafa kalktı.
İlk defa ona posta koydum. Git dedim ya, ben bu gelgitlerden bıktım, tümden git olsun bitsin dedim. Ve tümden yalnız kaldım. Yine de kafamdaki soru işaretleri ile boğuşmama gerek kalmadığını düşünerek biraz rahatladım.
Elimden adam gibi bi iş çıkmadı. mevcut bir yazıyı yeniden düzenlemek ancak bu kadar zor gelebilirdi. Hocanın "1 ay oldu" diye fırça çekeceği günü düşünmek de beni hiç gaza getirmedi. sanırım azmetmeye enerjim yoktu bu hafta. sadece en mecbur olduğum şeyleri yaptım. işe geldim, çalıştım, evimi temizledim. o kadar.
Bol bol da öfkelendim. Aklıma geldikçe küfür ettim. sahtekar yalancı pislik demekten hiç bıkmadım. Zihnime girip çıkan düşüncelere yok artık ya o kadar da yalancılık olur mu ya, olabilir valla oha be! gibi tepkiler verdim. Hiç oturup " ben bunu haketmedim" diye gözyaşı dökmedim. Zira eski camlar bardak olmuş içimde...keskinliğini ve can yakabilitesini yitirmiş, bunu anladım.
iyi de oldu. Gözle görünen bişey olmasa da benim için verimli bir haftaydı. önemli bir iş hallettim kendimle ilgili. Muhtemelen 4896. kez konuyu de çek giit diyerek kapatamayacağım bir facianın eşiğinden döndüm. pek kimse fark etmese de benim için önemliydi. Dönmek de, fark etmemiş olmaları da.. Bunun için şükrettim.
Hedefim: enerjimi daha gözle görülür faaliyetlere aktarabilmek, bundan sonra. Çünkü kendimi hiç de başarılı ve azimli hissetmiyorum bir süredir. var olan enerji miktarı sabitse benimkinin tamamı bir yalancıya inanmaya çalışırken, sonra da acı çekmemek için onun yalancı olduğuna inanmaya çalışırken sarf olup gidiyordu. yeterdi zaten, imdattı hatta. oh be!

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Figür A

Sanki parçaları doğru yerden birbirine tuttursan tastamam olacak gibi duruyor, yeni gibi.. O kesiklerin nasıl zarar verdiği hiç görünmeyecek gibi..
Öyle değil tabii ki.
Ben de kendimi kandırmaya gerek yok diye düşündüm.
Ortadan ikiye ayrılıp tekrar bütün olmak diye bir şey yok. "Yapışmak" var. "Tutunmak" var, "tutturulmak" var.
Peki ihtiyacımız olan bu mu?
Ne zaman bu kadarına razı olduk, değerimiz ne zaman bu kadar düştü??
Kesilirken kaybolan küçük parçaların nereye gittiğini kimse görmez. Görse de artık yerine koyamaz. Ve o iki parça artık hep iki parçadır, bütün olmak için yetersiz ve eksik. Alışkanlık kadar, hırs kadar, korku kadar güçlü yapıştırıcılar bile onu tek parça gösteremez artık.

Kendimi kandırmayacağım. Kalbimin yarısını onda kaldı diyemeyecek kadar öfkeliyim evet. Verdiğim gibi geri aldım. Aradan sıyrılıp kopan parçaları ise tam olarak hangi noktada bıraktım bilmiyorum. Güven gibi mesela.. Güven olmadan bir ilişki yürür mü? İnat edersen evet. Ama işte ancak bu kadar (bkz. figür A)

12 Temmuz 2011 Salı

evil rules

Bu hayatta kötülük hükmeder arkadaşım. iyilik yap iyilik bul, zırva. Kötüler hükmeder. Yalancılar, dolandırıcılar, her türlü tacir, istismarcı, maddiyatçı, kindar olan hükmeder. kötüler iyilerin omuzları üzerinde yükselir. Ve tabii ki iyiler ezilir aşağıda. Ve bunu gelecek güzel günlerin ön ödemesi gibi görür. Salak gibi... Polyannadan beri hepimiz zeka özürlüyüz. Bazen ben kötü müyüm acaba ki iki yakam bir araya gelmez, işim yolunda gitmez diye düşünürken buluyorum kendimi. Sonra diyorum ki bu kadar adalet beklerken kötü olmam mümkün değil. Kötülerin adalete ihtiyacı yoktur. Beklenen adalet gelmez. Geç gelen adaletin de adalet sayılmadığından hala haberi yok sanırım. Kim görürüse söylesin, boşuna zahmet etmesin.
Niye gelmeyecek adaleti bekler, omuzlarımızda ağzımıza sıçanları taşırız? Beceriksiz olduğumuzdan. Bi de hayatın ara sıra ağzımıza çaldığı 1/4 çay kaşığı bal sebebiyle. Öyle çocuk gibi kanarız. Zaten polyanna kadar zeka özürlü olduğumuzu söylemiştim, doğaldır. Hayat bize der ki: Al sana mis gibi bal. Merak etme daha çook var. Zamanı gelince hepsini alacaksın, bugünlük bu kadar. Periyodik olarak şöyle ayda bir falan aldığımız çeyrek ölçü bizim bal küpüne ulaşacağımız günü sabırla beklememiz ve vurana diğer yanağımızı uzatmamız için yeterli olur.
Bu arada yukarıda hava nasıldır? Bilmiyorum hiç yukarıda olmadım. Görünen o ki yukarıda neler olursa olsun, Ne çeyrek ölçü bala, ne gelmeyen adalete ihtiyaç yoktur. Orada herkes kendine güvenir. Başkalarına değil. Dolayısıyla orada hayal kırıklığı yoktur. Kimsenin güveni boşa çıkmaz. Ne kadar mutlu olduklarını bilmiyorum. Ama en azından daha havadardır yukarısı, daha az eziyetlidir, kimse omuzuna basmadığı için. Onu biliyorum işte..

22 Nisan 2011 Cuma

bağlar..


Ben böyleyim, hep böyleydim.. Bağlar.. Karşımdaki insanın hayalimdeki imajı.. Neredeyse asla değişmiyor. Ne olursa olsun ben yine güneşli bir öğleden sonra elele yürürken hissettiğim huzuru anımsıyorum. Hep güzel günleri.. Ve beni parmak uçlarımdan yakaladığı anda tutuyorum. Mecbur gibi, çünkü öyle bi his ki araftayken hayata dönüyorum..
İşte böyle uzun bir kıtlıktan sonra ağzıma çalınan bir parmak bal bana herşeyi unutturuyor. Çünkü ben inandığım şeyin gerçeğin kendisi olduğunu görmek istiyorum. "Kısa bir ara, bir aksama sadece.. Ama herşey bildiğim gibi işte.." ve bunun için inat ediyorum.
İnat ettiğim için de bilmiyorum, gerçek ne?

9 Mart 2011 Çarşamba

bi kenara yazdım..

Bilemiyorum bazen aklım yetmiyor
Tüm akılları toplasam bir aşk etmiyor

Kazım Koyuncu

8 Mart 2011 Salı

bu masal da benden olsun. Uzun zaman bir masalcıyı dinlemenin ganimeti..

Ezber bozduran ilişki diye birşey var değil mi? Kendimi "kaybedenler kulübü üyesi" gibi hissetmekten bunaldım çünkü. Önceler diyordum ki, hayır, ortada kanmak, inanmak, yalan falan yok. Her şeyin bir açıklaması var mutlaka ve bütün bunlar benim şu anda bilmediğim-anlamadığım ani bir gelişmenin sonucu. Bu da demek oluyor ki ben, beni sevdiğine emin olduğum bu adama inanırken hata yapmadım. Koşullar engel oldu.. yani yersen..
Yeni yeni şekillenen başka bir kavrayış var zihnimde. O da bu adamın koşullar göğüs germeyi beceremeyen bir iyi niyetli veya anasının gözü sahtekar bir çakal olmasıyla çok ilgilenmiyor. Tamam biraz yalancı gözüyle bakmaya meyilli ve öfkeli...Hem ona hem kendime.nasıl bu kadar gözün kör olabilir, nasıl bu kadar yalan söyleyen bir adama, onun iyi niyetine ve aşkına inanabilirsin diye beynimi yiyor. Her şey ve herşey tersken, zorken, hatta çirkinken..Niye bu kadar sevdin? Koşulların güçlüğüne o kadar gözümü kapadım ki bir süre sonra göze aldığım bu şeyin her türlü güçlüğe değeceğine, yoksa benim böyle bir işe asla kalkışmayacağıma önce kendim inanmak istedim. Aslında beni tanıyanlar çalkantıların kadını olmadığım için bu işi böyle kabullenmişlerdi zaten. Gözümü öyle bir kapamışım ki ancak attan düştüğümde uyanmışım. Yazık ki düştüğüm yer de tam cehennemin kapısıymış diyemeyeceğim. Çünkü ben zaten upuzun bir süredir cehennemin alevleri arasındaymışım. Gözlerimi kapamış o çok güvendiğim, içinde hiç kötülük olmayan, hiç durmadan bizim için uğraşan adamın "bir yol buldum!" diyerek gelip beni kucaklayıp çıkarmasını bekliyormuşum. Hatta çıkarması için inat ediyormuşum. İçten içe beni alevler arasına koyanın o olduğunu bilerek ve inkar ederek..Çünkü çıkarsaydı, kendimi doğrulayabilecektim. O iyi biri, ben iyi biriyim, aşılması gereken zorlukları aştık, artık herşey yolunda diyebilecektim.
Ben yolumdan dönmedim. O dörtnala çıkışa koştururken beni savurdu yolun ortasında. Şimdi sorsan kimbilir ne gerekçeleri vardır kendince. Bir şeyi değiştirir mi? Hayır.
Ben masallarla yaşamazdım, sihirine kapıldığım bir masalcı tanımadan önce. Yine de bilirim küçüklüğümden, iyi prensler -masal bu ya, cehennemde bırakmaları gerekirse prenseslerini- bunu başka türlü yaparlar. Bu yüzden sebepler, gerekçeler, koşullar, mecburiyetler beni ilgilendrimiyor. Beni, baş etmem gereken bir kamyon yük altındayken hepsini bir kenara koyup baş etmem gereken bir ayrılış biçmiyle bırakman ilgilendiriyor. Varolan koşullarımda malesef benim kör olmuş gözlerimin de sorumluluğu var. Ama en azından kendi çıkış kapımı aramam için bırakırken her şeyin dah da zor olmasına sebep olmayabilirdin. Ben en çok bunun hesabını soruyorum senden, tek bir kelime etmeden ve ettirmeden gidişinin. Ömrümün sonuna kadar da soracağım. Çünkü, tam da bunun, en ufak bir özrü olamaz.

4 Mart 2011 Cuma

ayrılığın 1. ayı psikozu

Daha seyrek yazmaya başladığımı gördüm, tarihlere bakınca. Görünüşte umut verici. Sanki artık daha seyrek doluyorum gibi. Ama ben o işyerimdeki ajandaya da yazıyorum son zamanlarda. Daha önce o felaket ayında yazdıklarımı okumuştun, herşeyden sonra. "Daha iyi anlamak için" demiştin. Sanki yine okuyacaksın gibi yazıyorum. Ne saçma.
Ben aslında hala eve, sen geldin mi acaba diyerek giriyorum. yatak odasına giderken kendimin bile duyamayacağı iç sesimle "bugün de gelmemiş" diyorum. Kendimin bile duyamayacağı iç sesle, çünkü duysam çok kızarım kendime...
Ben aslında her gece uyumadan önce telefonuma aynı bakışı atıyorum..."arar mı" diye..telefon hattıyla sinyal gönderdiğimi mi zannediyorum, bilmiyorum.
ben gece yastığına sarıldığımda, seni düşünmediğimi, bunun senin değil, benim yastığım olduğunu, sadece biraz temasa ihtiyaç duyduğumu tekrarlıyorum kendime. Aslında her gün başka bir halini hatırlıyorum, bana sarıldığın ve hatta o yastıkları bana aldığın...
Ben bugün çok zayıfım. Neden bilmiyorum.. Kendimden saklayamıyorum salaklığımı bugün.O filmi izlersem ağlar mıyım insanların ortasında, o şarabı içersem ne hale gelirim diye düşünüyorum. Bi de o şarabı içerken sen "ben geldim, kapıdayım" der misin diye...
Sonra da diyorum ki : desen ne değişecek?

İlk ve tek bedduam

Bu sıralar ayakta kalmak için sürekli olarak bir şeyler diliyorum. İstiyorum, olsun istiyorum, çok istiyorum. Diğer taraftan bilmiyorum, bu istediklerim beni kurtaracak mı? Birşey atladığımı biliyorum.
Bana kazılan mezara girdim, üstümü kim örtecek?
Bunu tek başıma ben yapamam. Anladım, kabul ettim. Birlikteyken de olacaklara razıydım, ayrıldık, şimdi de razıyım. Çukurumda duruyorum. Kapatsın üzerimi toprak. Yapabildiği kadar daha nefessiz bıraksın. Öldürsün canlı canlı. Hayat peşimi bıraksın bir süre. Acele etmiyorum.
Ama malesef kazdığın çukuru kapatmak senin işin. ben içerideyken kendi üstüme toprak atamam ki. başladığın işi adam gibi bitir önce. Bitir de öleyim tamamen. Eksik kalan işte bu. Ölmeden yeni hayata başlanmaz.
İçimden geçeni duymazlıktan geliyorum sürekli. Onun yerine diliyorum da diliyorum. O zaman sinmiyor işte içime. İçimden geçen şu halbuki: Senin de nefesin yarım olsun. Aldığın her soluk yarım kalsın. Gülerken, başını yastığa koyduğunda, yerken, içerken, nefes aldığın her an hatırla. Beni ve bana yaptıklarını. En çok son yaptığını hatırla. Hiç unutma. Benim ruhum yeniden doğana kadar yanacak, seninki sonsuza kadar kavrulsun. Kötü insanlar kötülük yapar, can acıtırlar; sen beni iyi olduğuna inandırarak kanattın. Aklında ve kalbinde birer düğüm, hiç unutturmasın, hiç rahat bırakmasın ruhunu. Ta ki bana kendini affettirene kadar.

25 Şubat 2011 Cuma

frayed

Bu resim bir süredir duruyor masaüstümde. Görür görmez aldım, koydum. Tam olarak halimi sansıttığı için. Ya da halimizi. İkimiz diye birşey kaldıysa... Biz demek zor geliyor artık Yoksa tabii ki biz diye bir şey var, geçmişte var en azından, boşlukta yitip gitmedi herşey. Sadece öyleymiş gibi bir görüntü yansıtıyoruz. Şu anda hala biz var aslında. Senin yüzünden var. Bu resimdeki o son iplik var ya, onu tutan sensin.
O ip yeni ve pürüzsüzken ilmek ilmek kopmasına sebep olan da sendin. Her seferinde birer birer koptu ama her seferinde daha bir güçle tuttum ben. Nasıl inceldiğini görüp ağlaya ağlaya. Bir seferinde demiştin ki "benim hiç fark etmediğimi mi sanıyorsun, her defasında oğlum diyorum, bir kredin daha gitti, bir daha kaybettin.." O söz bana herşeyi unutturmuştu. Olan biten, kırıldığım, kızdığım her şeyi. Çünkü beni anladığını, benim tarafımdan bakabildiğini fark etmiştim. Belki bunu bilen insan, düzeltebilir diye düşünmüştüm. Sonra tam bu ipin iki tarafını alıp düğüm yapalım, kopmasın, ayrılmasın derken...Kalan ilmekleri koparıverdin tek hamlede. 1 ilmek kaldı, fark etmedin mi, bilmiyorum. O da veda sözleri. Veda sözleri olmadan kimse tam anlamıyla ayrılmaz. Yani o bir hışımla koparmaya çalıştığın ipteki tek ilmek, bizi tutan tek zayıf bağ, senin yüzünden var. Gel de kopar diye bekliyorum. Artık kopar ve yeni hayatına başla, yeni hayatıma başlamama da izin ver. Bu şekilde neyiz, ne olduk anlamıyorum. Bu ip kopmuş mu kopmamış mı mesela?

22 Şubat 2011 Salı

Kılıç yarası gibi

Derin ve açık yaralar vardır ya, Önce çok acır, çok çok acır. Ne uyku kalır ne keyif ne iştah... Yaran nerdeyse canın orda derler. Hiçbişeye tam odaklanamazsın, net düşünemezsin, sürekli meşgul eder seni. Herşeyi iyileştiğin zamana ertelersin. Sonra bakarsın acı değişiyor. Azalıyor mu ne? Daha az meşgul ediyordur artık seni. Günün 24 saati kendini hatırlatmıyordur, arada bir tamamen unutarak gülebilirsin, işini yapabilirsin, yemek yersin. Plan program bile yapmaya başlarsın, şimdiden azaldı, yakında tamamen geçecek diye. Sonra anormal bi kaşıntı başlar. Artık acımadığı zamanlarda kaşınıyordur. İyileşiyor demek derler. Sen de öyle dersin. 1 gün 2 gün 3 gün...Kaç gün daha??
İyileşiyorum derken niye kaşınıyor ki bu yara olup olmadık zamanda? Niye başa dönüyormuş, hiç geçmeyecekmiş gibi hissettiriyor?
Ya benim ne suçum var ki şimdi bu yükle baş etmek zorunda olayım? Niye? Niye niye??? Niye bu kadar aclı olmak zorundaydı? Senin, daha olmadı hayatın, birinin bana bunu açıklamaya borcu var! Kimin yüzü varsa çıksın ortaya. Anlaşalım demiyorum. Ama bu iş başka türlü olmalıydı. Ya sen çık neden böyle bir saçmalığa ihtiyaç duyduğunu anlat adam gibi ya da hayat göstersin bana, bu şerden nasıl bir hayır doğacağını artık.  Borcunuz var. Hiç bi hakkım için hiç bi zaman ısrarcı biri olmadım ben. Ama bu işi bu kadar kanatarak yaptın ya, sonsuza kadar iki elim yakanda olsun. Aldığın nefes benim gibi yarım olsun. Çünkü ben bilmiyorum artık seni kimsin, kimdin veya ne zaman değiştin. Benim sevdiğim, hala deli gibi özlediğim adam hiç varoldu mu, ben mi öyle sandım, hep mi kandırdın yoksa sonradan mı değiştin? Ben niye uyumadan önce yastığını kokluyorum hala, kimin sarılışına, verdiği güvene bu kadar ihtiyaç duyuyorum da yastıklara sarılıp uyuyabiliyorum? Sen o musun? O güveni veren adam mı? Yoksa hep yalan mıydın, hep iyi bi oyuncu mu?
Sen! Veya hayat! Beni duy. Benim bunları bilmeye ihtiyacım var. Tekrar ayağa kalkmam ve kararlar vermem için. Bu kararlara önce kendim güvenebilmem için. Bi tiyatroya kanacak kadar saf mıyım hala ya da nasıl koşullara kurban gittim, bilmek istiyorum. Bilmeliyim. Çünkü, ayakta dimdik duran bir ben var ya görünürde: O şu an sadece bu soruların cevabını alma umuduyla ayakta. Zorla ayakta. Vücudunda çıkan garip yaralar, üst üste kabuslar, ağlama krizleriyle ayakta.
Üstelik derin kesikler, çirkin izler bırakır. Yara kapandığında bile, gördüğün her an, hatırladığın her defa o sızıyı duyarsın. Artık o yaraya sahibim. Sonsuza kadar. Her şeye peki ama bilmeliyim, sadece bilmeliyim ve o noktayı koymalıyım.

Ayrılık da aşka dahildi, bunu zaten biliyordum...

Öyle bişey yaptın ki, bu ayrılmak değil. Adam akıllı bir bitiş değil, umut değil, hiçbişey değil. Öyle bişey yaptın ki ne masum olabiliyorum ne şeytan, attığım adımla. Seni anlamıyorum, kendimi anlamıyorum. Niye bile demek istemiyorum. Çünkü niyesini hem biliyorum, hem bilmiyorum. Öyle bişey ki gözümü açıp herşeyi, tüm imkansızlıkları, tehlikeleri, "olmazlığı" görsem de anlamıyorum "peki o kadar duygu nereye gitti?" O gün öyle dedim diye bitti, önceki gün şunu dedim diye bitti, mesafeler yüzünden azaldı, koşullar yıprattı, sen şerefsiz olduğun için kestirip attın.. İyi de..bi cesaret deyiverseydin ya en azından..
İnsanlar arasında olmaya çalışıyorum, eğlenmeye çalışıyorum. Bu his dönüp dönüp geri geliyor bana. Her günün gecesinde, ne kadar "insan gibi" eğlendiysem o kadar acı çekiyorum. Yasını tutamamış gibi, aldatmış, terketmiş, umursamamış gibi. Niye bilmiyorum. Ben hiçbirşey yapmadım halbuki, peki sen bu yükle nasıl yaşıyosun? Nasıl yaşanır ki?
Keşke 1günlük zahmete girip karşıma geçseydin. Anlatsaydın. Sahibin değilim, bağlamazdım. Sarılsaydık. Bilseydim ki bu son, bitti. Nokta. Onu da yapamazsan yarım saat ayırıp telefonda deseydin, neyse derdin. Hakkını helal etseydin, en klasiğinden mutluluklar deseydik. Yine yazardım buraya, benim yere göğe sığdıramadığım aşkımız bu muydu, ben mi rüya gördüm diye. Ama bilirdim:  Sorun neydi ve bitti.
Niye yaptın ki bunu? Hem bana hem kendine bu yükü neden verdin? Ben inanmıyorum dünyanın en adi insanı olsan, söylediğin her bir kelime, benim için yaptığın her şey koca bir yalan olsa yine de böyle bir durumdan rahatça çıkıp gidemez insan. Zihninde, kalbinde, vicdanında huzurla hayatına devam edemez.
Niye 1 gününü ayıramadın ki?
Niye adam gibi bitiremedin?

9 Şubat 2011 Çarşamba

yabancı

Daha önce de ayrı kaldım, acı çektim, süründüm hatta, kızdım, dahası kırıldım, çok kırıldım sana. Ama bu sefer... Bu sefer başka. Yine acı çekiyorum, içim yanıyor, uykularımda, uyku aralarındaki kendimi bilmediğim birkaç saniyede bile ara vermiyor içimdeki acın. Gerçekten komik bir şeye gülerken, tam "iyi iş çıkardım" derken, yemek saati gelip otomatik olarak mutfağa yöneldiğimde, sevdiğim bir şarkıyı dinlerken, sevdiğim biriyle konuşurken...Bir anda şimşek gibi çakıyor, hiç unutturmuyor kendini. Ve ne uyku kalıyor, ne iştah, ne de huzur. hep tokum, her an çarpıntım var, gün boyunca uykum var ve uyuduğum şey uykuya hiç benzemiyor buna rağmen.
Ama bu sefer... ilacım sen değilsin, bunu biliyorum. Bu acıyı dindirecek olan sen değilsin malesef artık. Bu gidişinde yabancı oldun. Sen benim sevgilim, hayatım, kocam değilsin artık. Ne zaman öyleydin, ne zaman olmamaya başladın, onu bile bilmiyorum en kötüsü. Sanki birden başkasını gördüm benim bildiğim kişi değil, başka biri. Ve her şey parçalanarak dağıldı hayatımda, şimdiye dek topladığım ve yerine koyduğum bütün parçalar; yerini tespit edip yerleştirmeye çalıştığım tüm puzzle, bozuldukça "sorun yok" deyip baştan yaptığım, bir şekil çıkarmak için elimi kolumu tuttuklarında bile yıllarca uğraştığım her şey. HERŞEY. Yer sarsıldı, hepsi bir tarafa dağıldı ve hatta hepsi kayıp. Tamamlanmak üzere dediğim anda... En zor kısmı bitti dediğim anda. Çok yıprandık ama daha çok bağlandık dediğim anda. Dediğim ve duyduğum her şey yalan oldu. Binbir emekle koyduğum her parça tuz buz oldu.
Artık... yarattığın yıkımı toplamaya, bıraktığın enkazı kaldırmaya senin gücün yetmez. Artık sen yabancısın, yaralarıma el sürdürmem sana. Her şeyi bırakıyorum. Seni, sevgimi ve tüm emeğimi sana bırakıyorum. Sırtında bu ağırlıkla yürü nereye yürüyorsan. Benim delik deşik ruhumda daha fazlasına yer yok...

8 Şubat 2011 Salı

aşk ve diğer uyuşturucular..

İnsanların "sevmek" anlayışları farklıdır. Bunu artık biliyorum. Birini gerçekten sevmek bir şekilde ödün verebilmektir, bunu göze alabilecek duygu yoğunluğunda olmaktır. Şiddeti değişir, verilen ödünün ciddiyeti değişir. Çook geniş bi ranjda değişir hem de. Ama kural değişmez. Kimi için ödün, bir aile yemeğine katılmamak, kimi için ailesini arkada bırakıp gitmek olabilir. O kadar değişir yani.. Peki bunların ikisi aynı şey midir? Değildir. Bu, bir tarafın hep ve her zaman daha fazla ödün vermeye mahkum olduğunu baştan kabul ettiği bir ilişkidir.
Aşk? Aşkı aşk yapan ayrı kalamamaktır. Öleceğini bilsen ayrı kalamamaktır. Hiçbir mantık uğruna ayrı kalamamaktır.
İnsanlar "aşığım" der, çoğunlukla ne demek olduğunu bilmeden der. Ayrı kalabiliyorsa, değildir. Verdiği ödün sınırlıysa, senin taşıdığın bir ilişkide hayatından memnun demektir. Senin taşıdığın bir ilişkide hala sorun çıkarıyorsa ne aşk ne sevmektir. İhtiyaçtır, alışkanlıktır belki şerefsizliktir direkt.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Kendini tekrar eden masallar

Her zaman bıraktığın yerde duracağımı sanıyorsun, biliyorum. Ne kadar çok sevdiğimi, deli gibi aşık olduğumu, şimdi kalk desen istediğin yere geleceğimi, hadi desen dünyanın öbür ucuna gideceğimi biliyorsun. Bilmediğin bir şey var. Ben bu güveni sana şımarman için vermemiştim. Sevgili, evlat, kardeş, arkadaş, kanka olmaktan falan değil tamamen insan olmaktan kaynaklanan haklarımı bile alıp benim yerime kullanabileceğini de söylediğimi hatırlamıyorum. SADECE İNSAN OLMAKTAN KAYNAKLANAN HAKLARIMI, hayatıma ne olduğunu bilmek gibi mesela...
Burada durup, bigün "şimdi altım kuru, keyfim yerinde" diyerek geldiğinde kollarına atlayacağımı sanıyorsun. Hatta eminsin, adım gibi biliyorum. Aslında öyleydi de. Ve bir süredir böyle kalması için uğraşıyordum. Acı çekiyordum. Duygusal acı, uyarıdır, bir şeyler ters demektir. Öyleydi. Beni sims karakteri gibi tıkladığın yere hareket ettirdiğin günler tabii ki sonsuza kadar sürmeycekti. Artık toplanıyorum, haberin olsun. hayatından gidiyorum, bavulum neredeyse hazır. Ve inan bana ben o bavulu toplamayı bitirip yeni hayatımın yolculuğuna hazır olduğumda öfkemden başka hiçbirşeyim olmayacak içimde. Sen hayallerinde yaşattığın sonsuz aşka ulaşacaksın, sonsuz aşk kavuşulamayanmış ya... Ama ben senin saçma sapan kahramanlık masalının mutsuz prensesi olmayacağım. Az kaldı, hayatımda sana ait ne kaldıysa elden çıkarmama, aşk dahil. Ve yürümeye başlamama az kaldı, haberin olsun.

6 Şubat 2011 Pazar

yüzünü dökme küçük kız

İçin acırken hiç geçmeyecek gibi gelir. Hayatında zaten yolunda gitmeyen ne varsa bu olayla birlikte artık hiç yoluna girmeyecek, yolunda giden ne varsa artık yolundan çıkacak gibi. Herşey bitmiş gibi.
Şimdiye dek hayat gösterdi gecelerin gündüzü olduğunu.
Yine de hiç bilmemişim, hiç görmemişim gibi. Acılar içimizden geçerken bizi olgunlaştırdığı için kabulleniyoruz onları sadece. Oysa şimdiye dek beni delerek geçmiş acıların görüyorum ki şu anda bana bi faydası yok. Ne birşey katmış  ne de öğretmiş. Sadece yaralamış ve yaşlandırmış, zamansız. Azaltmış, kaybettirmiş. Olgunlaştırmış olsalar şimdi taşırlardı beni, böyle sürüklenmeme gerek kalmazdı, güçlenmiş olsaydım.
Ben eskiden buna inanırdım: öldürmeyen şey güçlendirir. Gücün önemli birşey olduğunu sandığım için acılardan hiç kaçmazdım. Çok yaralansam da kaçmazdım, üstüne üstüne giderdim. Daha çok güçlendiğimi düşünürdüm hep. Gelecekte hiçbir yaranın beni yıkamayacağını...Kanatsa da, acı bir deneyimin her zaman faydası olduğunu düşünürdüm, aşı gibi, bağışıklık gibi.
Şimdi: Öldürmeyen şey sakat bırakır daha doğru geliyor. Nasıl kendini darbelere maruz bırakarak derini zırh haline getiremezsen, ruhunu da yara almayacak kadar kalınlaştıramıyorsun. Sadece eskitiyorsun,  yaşlandırıyorsun.
Tabii bir faktör daha var yanlış kullandığım: Güven. Güç içinde güvenin işi yok. Güçlü olmak ve öyle kalmak istersen güvenmemek ve kendini düşünmek gerekiyor. Sanırım ben olmayacak kavramları aynı kavanozda toplamya çalıştım. Güven, fedakarlık, sevgi, güç, olgunluk.. hepsi güzel. Fakat elmalarla armutlar gibi. Bir arada olmuyor. Ben sevgi, güven, fedakalık yolundan giderken gücü arkamda bırakmışım. Bunca yıldır koruduğum BEN, acı çeks de içinde yaşayan, hayatının zarar görmesine izin vermemiş olan BEN niye şimdi bu haldeyim, neden bu yerdeyim, neden sevdiğim her şey ve herkesten uzağım, yapayalnızım, neden tüm gemileri yaktım? Sanırım sebebi bu. Gücü satıp sevgiyi tercih etmişim, güveni. Sevgi en büyük güçtür diyenlere selam olsun. Hayat cesurları sever diyenlere de... Bunları size söyleten her neyse, sanırım benden daha şanslıymışsınız.
Bütün bu büyük sözler gibi yavan gelse de, inanmakta zorlansam da, umuyorum:
Her tutsağın bir kaçışı
Uykunun uyanışı da vardır.
Her siyahın bir beyazı
Gecelerin gündüzü de vardır.

4 Şubat 2011 Cuma

Mayın Tarlası

Bi kere ara ara haber alamıyordum -bu çok olur- O gün için de geleceğim yanına demişti -bu da çok olur, yani demesi- ben uçağa biniş, uçaktan iniş, otobüse biniş, eve varış saatini hesapladım aşağı yukarı. yemek falan yaptım, evi toparladım. Beklemeye başladım. Saat akşam 8 civarıydı, yanlış hatırlamıyorsam. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Müzik kanalı açıktı sadace, ışıkları açmamıştım. Evin caddeye bakan penceresinin karşısına geçtim, yaslandım. Elinde bavulla sokağa girmesini bekledim. Bekledim...bekledim... saat ilerledikçe ağladım, daha çok ağladım. Sonra bi bira açtım. ağlarken uyudum öyle.
Daha bir çok defa oldu bu, geleceğini söylediği gün haber alamayışım. Ama ben bi daha pencerede saatlerce beklemedim hiç. hatırladıkça çok acıdım o halime. Yine bekledim. ama koltukta bekledim. Gelmeyecek galiba diyerek bekledim. Yine ağladım, yine içtim... Hiç böyle umutsuzluğa kapıldığım bi anda geldim diye karşıma çıkmadı. Ben hep bekledim, hala beklerim. Çünkü benim aşık olduğum adam böyle bi adamdı. Hani hiç bilmesen de bu adam şöyle bi durumda böyle davranır diyebilirsin ya, ben de öyle bildim onu, öyle bilmek istedim. Öyle olmadığını defalarca göstermesine rağmen inatla aşık olduğum adamı aradım onda. İnatla aşık olduğum adam olmadı. Ben yine de aşıktım hep.
Bi kere, hayatımın büyük felaketi diyebileceğim dönemde, ayrıydık -tek felaket bu değildi- Ve tam benim doğumgünümü içine alan bi dönemdi. Yok dedim yapmaz, doğumgünümde beni yalnız bırakmaz dedim. Aşık olduğum adam öyle biri ya hala gözümde. Her bakımdan korkunç bi gündü ve ben bütün gün işyerime gelmesini bekledim. Akşam eve döndüğümde evde bulmayı bekledim. Değildi tabii. Yapabilmişti. Beni o gün, o halde yalnız bırakmayı başarabilmişti. İçine sindirebilmişti bunu. Bir refleksle eli telefona bile gitmemişti. O gece saat 12'yi geçtiğinde, yani artık doğumgünüm bittiğinde, içimden onu alkışladım. Ben de bu kadar soğukkanlı olmak isterdim çünkü. Ve hissettim, içimden birşeyler koptu. Bir daha hiç tamir olmadı, maalesef. Uğraşmama rağmen olmadı. Keşke olsaydı. O zaman onun duyarsızlığının acısını ben çekmezdim. Keşke yaptığımız tüm yanlışlar sadece kendimizi etkilese. Başkalarının hayatlarına kara leke olmasa. Bu dönem, benim hayatımın, benden kaynaklanmayan sebeplerle gelişen kara lekesi, büyük felaketi. Tabii o kara lekeyi kenarıya itmeye çalışıp birşey olmamış gibi devam eden benim. Yaralı yaralı devam eden, savaş filmlerindeki gibi. Bkz: Şebnem Ferah - Mayın tarlası
O yüzden, şu anki düşüşümde % 50 pay benimdir, hiç bir yanlış yapmamış olsam da yapılanı kabul etmem de  suçtu çünkü.

Dualar

Ben her gece dua ederim. İşler az çok yolundaysa fixtir duam. Değilse, şiir kıvamındadır, aklıma kazınır kendi cümlelerim.
"yarım nefesim tam olsun, uykularımda huzur bulabileyim" mesela, çok zor bir dönemden aklımda. o an ne hissettiğimi o kadar iyi anlatıyor ki durup dururken bile hatırlasam o ana gidiyorum, o yarım nefes nasıldı, hissediyorum.
Dün şunu diledim: Yere sağlam basayım, kendim de olsam, kimse benim elimi tutmasa da sağlam basayım. Bir dağ başında, uçurum kenarında tutunduğum yere tırnaklarımı geçirir gibi, sanki birazdan kayıp ölücem gibi can havliyle değil.
muhtemelen bunu da unutmayacağım ve ayakta durabilmek için sanki yamaçtaki toprağı tuttuğum tırnaklarımın bile acıdığı, yerin altımdan kaydığı şu zamanı hatırlıycam.
Bazen bırakayım da düşeyim, durduğum yer daha mı iyi diyorum. Galiba nasıl bırakılacağını bile bilmiyorum. Sonra bırakabilen, olmadı ben yapamadım diyebilenleri kıskanıyorum. Kızıyorum onlara. Hemen her şey seçim halbuki. hemen her şey, çünkü bazı şeyler yapı meselesi. Ben öyle olduğuna inandım artık. Beyaz tahta değiliz malesef, istediğin yazı yazılmıyor zihinlerimize.

Herşey çok güzel olacak

Adil dünya inancı. "Ağladığın kadar güleceksin" demiş şair. Ara ara aklıma "Bence her şey güzel olacak bir gün, mutlaka olacak" diyen birileri geliyor. Arkadaşlar, aile vs. Ben kendi kendime olan biteni bir sisteme oturtmaya çalışırken sanki böyle bir kural varmış gibi hep bunu söylüyorum: mutlaka birgün herşey daha iyi olacak.. Sonra tek tek sevdiklerim geliyor aklıma, orada burada, herhangi bir sorunda, günün birinde bana aynı şeyi söyledikleri anlar. O zaman daha çok inanasım geliyor. Bu arada bana bu söz çok fazla söylenmez, çok yakınan biri değilim çünkü. Birkaç kişi, birkaç an sadece... Nasıl zorlandığımı farkeden en yakınlarım.
O zaman "mutluluk biraz da mantık işi bence" diyen bir ünlü geliyor gözümün önüne. Tüm programdan sadece bu cümleyi ve onun kibirli havasını hatırlıyorum. üzerinde düşünmeye değer bulmuştum, hala aklımdadır o cümle ve o tavır. Şu an boğabilirim kendisini, sırf bu cümle için. "Hangi mantık kızım??" demek istiyorum. Mantık değil, rol kesmek senin dediğin. Yoksa zaten bunu söylerken daha bi "ermiş" görünürdün. olumsuz herşeyi yok saymak, hiç canını yakmıyormuş gibi davranmak gibi bir mantıktan bahsediyorsak bunun ilkel bir savunma sistemi olduğunu bilmiyormuş gibi yapmam mümkün değil malesef, mantık olarak da göremem. tavrındaki kibir de bundandı bence: oluyor birşeyler ama beni mutsuz edemiyor..Hadi ya..
Ha bu arada ben de rol yapmak zorunda kalıyorum tabii ki. Hayatımdaki iniş çıkışların (bu çok basit oldu, patlamaların diyelim) beni nasıl etkilediğini en şeffaf halimle anlatamayacağım "etrafımdakiler" sürekli gülümseyen, işini yapan, bir şekilde yolunda yürüyen birini görüyorlar. Veya üzmeye kıyamayacaklarım, çoğu zaman beni "iyi" zannediyorlar. Ben de o programda "mutluluk"la ilgili bir soruya cevap vermek zorunda kalsam şu halimle, mutlaka rol keserdim. Ama bunu bir zeka veya başarı ürünü olarak göstermezdim sanırım. herhalde onun kadar "mutlu" olmadığım için kendimi aptal hissettirdi söylediği şey, ne biliim

3 Şubat 2011 Perşembe

Bir önceki yazıya devam...

Hayatımda verdiğim en büyük ödün: bir adam için ve sadece ona güvenerek doğduğum, büyüdüğüm, tanıığım şehirden ayrılmamdır. Neredeyse hiç tereddüt etmeden, o zamana kadar sınırlar içinde yaşadığım hayattan inanılmaz bir cesaret göstererk ayrıldm. Çok güzel hayallerim vardı. Çünkü " hayat cesurları sever" di. Ben hep öyle bilirdim. Çoğu zman da hayatımın yolunda gitmeyişini cesaret göstermememe ve insanlara yeterince güvenmememe bağlardım. Sonsuz güvendim ve herkesi şaşrtacak bir cesaret göserdim. Bu memleketinden istanbula gitmek gibi bir şey değildi çünkü, herkesi tek tek ikna da ettim. İnsan bir şeye gerçekten inanınca ikna gücünün sınırı olmuyor. Sonra ne oldu? Ne olduysa oldu işte, ne olduğu belli bunları yazdığıma göre. Bu arada bu gidişimin gerçek nedenini ben ve ondan başka kimse bilmez. Hala bilmez.
Ben deneyselci insan hala bundan çıkarmam gerekn sonucu bulmaya çalışırken yakalıyorum kendimi. Yani insan güvenmemeli mi? Veya ödün vermemeli mi? Cesur değil garantici mi olmalı, bencil mi olmalı?
Bakıyorum da... Öyle belki. Bize hayatı böyle öğretmediler vardır ya öyle hissediyorum. Bu denememde çok anlayışlı, çok olgun, çok aşık, sonsuz güven duyan oldum. En çok burada zarar gördüm. Çünkü bu saydığım listenin sonu bir parça daha ödün vere vere paspas olmaya gitti. En çok sevdiğim, en güvendiğim adamda öldüm. Şimdi kalkıp tekrar denemek o kadar yavan ki.. Deneyecek bir şey kalmamış gibi artık. Kara melek olma vakti..Ama olmayacağım. Yenilgiyi kabul etmekle başlayacağım.

deneysel hayatlar

Ben doğuştan akademisyenim aslında. Hayatı hep deneysel yaşadım ben. Hiç de demedim, ben bunu doğru yaptım ulan, yanlış olan sensin kahpe kader diye... Hep denedim, hep ama hep denedim. Öyle olmadı, böyle. Oturup oturup muhasebesini yaptım olan bitenin. Ve hep yanlış bendeymiş gibi davrandım. Zaten ben yanlışın bende olmasını her zaman tercih ederim, değiştirme ve düzeltme şansı tamdır o zaman çünkü. Ve durmadan düzeltmeye çalıştım. Nerede up davrandıysam down'a çektim. Down olduğu için sorun olduğunu düşüyorsam, yükselmeyi denedim. Hep denedim, hala deniyorum. Bu stratejik olmak değil ama. İşler bana yontulsun diye manipule etmiyorum asla, oyun kurup rol kesmiyorum. Ben işler yolunda gitsin diye düzenleme yapıyorum...ve tamamen kendi üzerimde. Bu uğurda çok katı bulduysam kendimi, bi dahaki sefer esnetiyorum, ödün vermeyi deniyorum, öfkemi kontrol ediyorum. Veya garantici yaşıyorsam cesareti deniyorum bir kere de... Ha böyle deneye deneye mükemmele ulaşamayacağımın farkındayım. Mükemmel masallarda olan bi yer çünkü. Aslında bu kadar çaba göstererek yapmaya çalıştığım şey çok trajik: Acı çekmiyim diye uğraşıyorum. Kaskatı taraflarımı eğip bükerek...Ödün veremem dediğim herşeyi yavaş yavaş masaya koyarak...
Sonuçta ne oluyor biliyor musun? Hiç bi zaman NŞA'da aynı sonuçları elde edemiyorum. hayat bilimden, objektiviteden, formullerden, tariflerden, reçetelerden çok uzak... Kendime bi tarif arıyorum bunca yıldr sınırsız acı çekerek. Gururudan 10 gr çıkar, yenine 15 gr anlayış koy, meraktan çıkar, paranoyadan kes, bol bol güven koy, gerçekçiliğin çoğunu al, hayal ekle, empati ekle vs vs vs Olmuyor. Hani vardır ya ortada klasik kek tarifi, seninki hiç tutmaz... Niye dersin, elle tutulur bir sebebi yoktur, bulmazsın. Öyle işte. Yine acı çekiyorum... Bazen diyorum ki, şans herhalde, kader falan. Öyleyse herşey çok adaletsiz değil mi? Veya stratejiymiş olay mesela. Çok örneği var çevremde. Fakat ben yapamam. İstediğim bu değil çünkü. Dedikleri gibi hep denedin, hep yanıldın, tekrar dene tekrar yenil, daha iyi yenil...

25 Ocak 2011 Salı

Geri giden gezegenlerden nefret ediyorum

Geri giden merkürün kederinden çıkmıştık ki saturn de eksik kalmamaya karar verdi. Astro-manyak oldum son günlerde. O kadar çok soru işareti var ki aklımda "neden böyle, bu niye oldu şimdi, neden böyle davranıyor, neden bu kadar berbat hissediyorum??" Bu sorulara cevap bulmak zorundayım. Ben de astrolojide arıyorum napıyım... O kadar umarsız kaldığına bakılmasın bu cümlenin, aradığımı da buluyorum nedense hep. O geri gidiyo, bu ters açı yapıyo, ay tutulması, dolunay zamanı derken ya iyi oyalıyorlar beni, ya da astroloji çok kral bişey, şimdiye kadar burun kıvırmış olmam kabahat...
Her şey tamam da hayatı gayet yolunda giden insanlara niye değmeden geçiyor bu gezegenler acaba? Kıskançlıktan değil, valla, meraktan. Ya da bitmek bilmeyen, kendimi yediğim adalet ihtiyacımdan. Niye ben bi iş yapamıyorum, kukumav kuşu gibi ne oldu, ne olacak diye düşünüp duruyorum da insanlar sonsuz bir belirlilik içinde huzurla yaşayabiliyorlar? Ve tabii ki merkür ve saturn'ün hareketlerini hiç merak etmiyorlar. Zaten bu gezegenlerin de onlarla işi yok belli ki.  Bu verimsizliğimden bunaldım. artık düşünmek değil, daha çok çalışmak ve gelişmek istiyorum. Hangi gezegen bunları yaptıracaksa bi zahmet beri gelsin, sırayı bozsun. Beni şu üzerinde oturduğum dikenlerden kurtarsın. Off her işimi kendim yaptım, hep göbeğimi kendim kestim, bi gezegen de gelip bi kerecik kahramanım olsun olmaz mı??

20 Ocak 2011 Perşembe

Güçlü Kadınlar



...mutlaka Waterproof rimel kullanırlar. Bu önemli bir ayrıntı.
Koca kaynakçı gözlüklerinden taşırlar, gün ışığı için.
Yeterince makyaj malzemesi bulundururlar yanlarında, çünkü güneş batınca güneş gözlüğü takmak saçma olur.
Bir de kağıt mendil, büyük ihtimalle. Kimseye salya sümük gidip mendil aranmazlar.
Güçlü olmak demek kesilince kanamaz demek değil malesef.
Kanın akar.
Mendille siler, gözlükle saklanırsın.
Olmadı, makyajla kapatırsın. Kimse görmez.

Ayılanlar, Bayılanlar..

Turkcell yeni bir kampanya başlattı, reklamları dönüp duruyor. "Ya hattım çekmeseydi.." hikayemizi yazıp gönderiyormuşuz falan filan... Ben de tam bununla bağlanılı çok çılgın bir fantazi içindeydim: Ben şu evde ölsem beni kaç gün sonra kim bulur? Uzun zaman çöp vermediğimi fark eden kapıcı? veya bana ısrarla çocuklarının problemlerini anlatmak için 5 dk uğrayıp 3 saat kalan komşu? Sanmam.Günlerce işe gelmeyip telefonları da açmadığım için iş arkadaşlarım merak edip kapıya gelirler herhalde. Öyle tatil zamanına falan denk gelirsem daha fena, kokmadan kimse bulamaz valla. Bu durumda Turkcell'e olmasa da şehrin göbeğinde bile çekmeyen Vodafon'a  bir "karşı kampanya" öneriyorum : "çekiyor da n'oluyor sanki!" İşte bu başlığa gönderecek çok hikayem var... Ve Turkcell sana sesleniyorum: Bana yalnızlığımı hatırlatmaktan vazgeç... Sana ödediğim servet hatrına.

PS: Psikopat olduğum için zihin yormuyorum böyle ölme fantazilerine. Hikayesi var: Bir iş halletmesini rica ettiğim bir arkadaş, halletmemiş olmasına bir sürü bahane saydı bugün. Biri de "ablam bayılıp duruyor".  Bayılır dedim. Bayılınca etrafında telaşlananlar, "ah ah vah vah"  diyecekler varsa bayılırsın. Yoksa sistemin bayılmayı göze almaz. Ben bayılsam ancak kendi kendime ayılırım. Kimseye de söylemem. O zaman bu sistem niye kendini tehlikeye atsın ki??